14 Ocak 2012 Cumartesi

KAFKA: KANUN ÖNÜNDE


Varoluşcu filozofları büyüleyen şey, “sonsuzluk-varlık-hiçlik” bağındaki belirsizlik mi? Yoksa bu kavramların her birindeki belirsizlik mi? Sonsuzluk ne “anlam”a gelebilir ki? Ya varlık? O da “hiçlik” gibi Hegel’den, hatta Platon’dan beri düşünceyi sürekli çıkmaza sokan bir belirsizliği taşımıyor mu? Bunlar hep anlamın “sınırı”nın ötesinde kaldıkları için mi aynı zamanda belirsizler? Yani varoluşumuzu derinden sarıp sarmalayan bu kavramlar hep sınır deneyimine mi işaret etmekte? Yoksa bunların anlamdan yoksun “anlamı”, Wittgenstein’da olduğu gibi, “söylenebilir olan”ın sınırının ötesinde yer alırken, “söylenemez”in, dile getirilemez olanın “deneyim”iyle mi elde edilecek?
İmdi bütün bu sorulara yol açan sorumuzu sormamız gerekiyor: “Sınır”lı oluşumuz, sonlu oluşumuz ve aynı zamanda bu sonluluğun, sınırlılığın farkında oluşumuz, “belirsizi”, “söylenemezi”, “anlamsızı” anlamlandırma çabamız -her ne kadar bizim için “anlamlı” olsa da- nihayetinde bizi “hiç”in ya da “hiç olan varlığımız”ın bilincine götürmek durumunda değil mi?  “Sonsuzluk, hiçtir” diyor Pascal; “sonlu olanın sonsuzla tutkulu bağını” varoluş (existentia) olarak adlandırıyor Kierkegaard. Heidegger de tam olarak işte bu varoluşu yani sonsuzluk olan “hiçle”/“varlıkla” bağ kuran  Dasein”ın “özü” (essentia)olarak görüyor. Varlığımızın sonluluğunda “sonsuzluk”, bir temelsizlik, bir uçurum (Abgrund) olarak, bir hiçlik olarak mı orada? Bu filozoflardaki sonsuzluk-varlık-hiçlik bağının üzerine düşünme çabası, kavramların her birindeki belirsizlikle kuşatılırken, bizi de sınırlılığımızda sınırları zorlamaya sürüklemiyor mu? İşte bu sorular üzerine biraz düşünmek için Kafka’nın Kanun Önünde öyküsünü OKUMAYA çağırıyorum. Okuduğumuz şeyin “Kafka” olduğunun bilinciyle ve olabilecek bütün Kafka uzmanlarından peşinen özür dileyerek şunu ileri sürmek istiyorum: Kafka’yı meşgul eden temel sorun, “modern insanın bürokratik yabancılaşması” ya da “tanrı veya elohim ile insan arasındaki orantısız ilişki” değil, “SONSUZLUĞUN bir HİÇ” olduğu düşüncesidir:
   
Kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. Bu kapıcıya taşradan bir adam gelir, kanundan içeri girmek ister. Ama kapıcı, kendisini şimdilik içeri koyuveremeyeceğini söyler. Adam düşünüp taşınır, ileride girip giremeyeceğini sorar: 'Belki', der kapıcı 'ama şimdi giremezsin.' Kapı her zamanki gibi açık durduğundan ve Kapıcı o sırada kenara çekildiğinden adam eğilir ve kapıdan içeri bakmak ister. Bunu fark eden Kapıcı gülerek der ki: 'Madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir dene bakalım. Ancak unutma ki, ben güçlü bir kapıcıyım ve kapıcıların da yalnızca en küçüğüyüm. Ama her salon başında bir başka kapıcı vardır, biri de ötekinden güçlüdür. Daha üçüncüsünü görmeye ben bile dayanamam.' Taşralı adam böylesi güçlüklerle karşılaşacağını ummamıştır. Nihayet 'kanun kapısı herkese ve her vakit açık bulunması gerekir', diye düşünür. Ama üzerindeki kürk paltoyla Kapıcıyı daha bir dikkatle süzüp onun iri ve sivri burnunu, uzun ve seyrek kara tatar sakalını görünce, en iyisi giriş iznini koparıncaya kadar beklemeye karar verir. Kapıcı bir tabure uzatır adama ve onu kapının yanı başına oturtur. Günler ve aylar boyu burada oturur adam. Pek çok kez içeri koyuverilsin diye uğraşır, yalvarıp yakarmalarıyla usandırır Kapıcıyı. Kapıcı, adamı sık sık küçük çapta sorgulamalardan geçirir; ona yeri yurdu ve daha başka konularda sorular sorar, ama büyük kişilerinki gibi bir kayıtsızlıkla sorulan sorulardır bunlar ve her sorgulamanın sonunda Kapıcı, adama henüz kendisini içeri koyuveremeyeceğini yeniden açıklar. Bu yolculuğa koyulurken yanına bir sürü şey alan adam, Kapıcı'yı rüşvetle kandıracağım diye, pek değerli olmalarına bakmayarak bunların tümünü çıkarır elden. Hani Kapıcı verilenlerin hepsini alır, ama bir yandan da: ' Bunları alıyorum ki, bak şu yola da başvuracaktım, unuttum sanmayasın' der. Taşralı Adam yıllar yılı, neredeyse aralıksız, gözetler durur Kapıcıyı. Öteki kapıcıları unutur da bu ilk kapıcıyı kanundan içeri girmesine tek engel gibi görür. Onu karşısına çıkaran uğursuz rastlantıya ilk yıllar yüksek sesle lanetler savurur; derken yaşlanır giderek, kendi kendine homurdanıp söylenir. Zamanla çocuklaşır ve yıllar yılı Kapıcıya bakıp dururken, onun paltosunun kürk yakasındaki pireleri de keşfettiğinden, pirelere bile kendisine yardım etmeleri, Kapıcının gönlünü yapmaları için dil döker. Sonunda gözlerinin feri zayıflar; çevresinin gerçekten mi karanlığa gömüldüğünü, yoksa sadece gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez olur. Ama buna karşılık bir parıltı fark eder karanlıkta; öylesine bir parıltı ki, bütün görkemiyle kanun kapısından dışarı vurmaktadır. Artık pek bir ömrü kalmamıştır adamın. Ölmeden önce, kapı önünde geçen bütün zaman içindeki yaşantıları kafasında toplanıp şimdiye kadar Kapıcıya sormadığı bir soruya dönüşür. Giderek taşlaşan vücuduyla doğrulup kalkamadığından, Kapıcıya el eder. Aradaki boy farkı zamanla Taşralı Adam aleyhine bir hayli değiştiğinden, adama doğru iyice eğilmek zorunda kalır Kapıcı: 'Hala nedir öğrenmek istediğin bakalım? ' diye sorar. 'Amma da açgözlüymüşsün!' der. Adam bunun üzerine: ' Benim bildiğim herkes kanuna varmak için çaba harcar. Peki, nasıl oluyor da, bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?' diye sorar. Kapıcı, adamın artık son anlarını yaşadığını görür. Onun gittikçe sağırlaşan kulaklarına sesini işittirebilmek için var gücüyle haykırır: 'Bu kapıdan senden başkası giremezdi, çünkü yalnız senin içindi kapı. Gideyim de kapayayım artık.'” (Kafka, Hikayeler, çev. Kamuran Şipal, Cem Yay.)

Ek Okuma: J. Derrida, “Yasanın Önünde”, Edebiyat Edimleri’nin içinde, (Otonom Yay. çev. M. Erkan, A. Utku)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder