Varoluşcu filozofları büyüleyen şey, “sonsuzluk-varlık-hiçlik”
bağındaki belirsizlik mi? Yoksa bu kavramların her birindeki belirsizlik mi?
Sonsuzluk ne “anlam”a gelebilir ki? Ya varlık? O da “hiçlik” gibi Hegel’den,
hatta Platon’dan beri düşünceyi sürekli çıkmaza sokan bir belirsizliği
taşımıyor mu? Bunlar hep anlamın “sınırı”nın ötesinde kaldıkları için mi aynı
zamanda belirsizler? Yani varoluşumuzu derinden sarıp sarmalayan bu kavramlar
hep sınır deneyimine mi işaret etmekte? Yoksa bunların anlamdan yoksun
“anlamı”, Wittgenstein’da olduğu gibi, “söylenebilir olan”ın sınırının ötesinde
yer alırken, “söylenemez”in, dile getirilemez olanın “deneyim”iyle mi elde
edilecek?
İmdi bütün bu sorulara yol açan sorumuzu sormamız gerekiyor:
“Sınır”lı oluşumuz, sonlu oluşumuz ve aynı zamanda bu sonluluğun, sınırlılığın
farkında oluşumuz, “belirsizi”, “söylenemezi”, “anlamsızı” anlamlandırma çabamız
-her ne kadar bizim için “anlamlı” olsa da- nihayetinde bizi “hiç”in ya da “hiç
olan varlığımız”ın bilincine götürmek durumunda değil mi? “Sonsuzluk, hiçtir” diyor Pascal; “sonlu
olanın sonsuzla tutkulu bağını” varoluş (existentia) olarak adlandırıyor
Kierkegaard. Heidegger de tam olarak işte bu varoluşu yani sonsuzluk olan “hiçle”/“varlıkla” bağ kuran Dasein”ın
“özü” (essentia)olarak görüyor. Varlığımızın sonluluğunda “sonsuzluk”, bir
temelsizlik, bir uçurum (Abgrund) olarak, bir hiçlik olarak mı orada? Bu
filozoflardaki sonsuzluk-varlık-hiçlik bağının üzerine düşünme çabası,
kavramların her birindeki belirsizlikle kuşatılırken, bizi de sınırlılığımızda
sınırları zorlamaya sürüklemiyor mu? İşte bu sorular üzerine biraz düşünmek
için Kafka’nın Kanun Önünde öyküsünü
OKUMAYA çağırıyorum. Okuduğumuz şeyin “Kafka” olduğunun bilinciyle ve olabilecek
bütün Kafka uzmanlarından peşinen özür dileyerek şunu ileri sürmek istiyorum: Kafka’yı
meşgul eden temel sorun, “modern insanın bürokratik yabancılaşması” ya da
“tanrı veya elohim ile insan
arasındaki orantısız ilişki” değil, “SONSUZLUĞUN bir HİÇ” olduğu düşüncesidir:
“Kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. Bu kapıcıya taşradan
bir adam gelir, kanundan içeri girmek ister. Ama kapıcı, kendisini şimdilik
içeri koyuveremeyeceğini söyler. Adam düşünüp taşınır, ileride girip
giremeyeceğini sorar: 'Belki', der kapıcı 'ama şimdi giremezsin.' Kapı her
zamanki gibi açık durduğundan ve Kapıcı o sırada kenara çekildiğinden adam
eğilir ve kapıdan içeri bakmak ister. Bunu fark eden Kapıcı gülerek der ki:
'Madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir dene bakalım. Ancak
unutma ki, ben güçlü bir kapıcıyım ve kapıcıların da yalnızca en küçüğüyüm. Ama
her salon başında bir başka kapıcı vardır, biri de ötekinden güçlüdür. Daha
üçüncüsünü görmeye ben bile dayanamam.' Taşralı adam böylesi güçlüklerle
karşılaşacağını ummamıştır. Nihayet 'kanun kapısı herkese ve her vakit açık
bulunması gerekir', diye düşünür. Ama üzerindeki kürk paltoyla Kapıcıyı daha
bir dikkatle süzüp onun iri ve sivri burnunu, uzun ve seyrek kara tatar
sakalını görünce, en iyisi giriş iznini koparıncaya kadar beklemeye karar
verir. Kapıcı bir tabure uzatır adama ve onu kapının yanı başına oturtur.
Günler ve aylar boyu burada oturur adam. Pek çok kez içeri koyuverilsin diye
uğraşır, yalvarıp yakarmalarıyla usandırır Kapıcıyı. Kapıcı, adamı sık sık
küçük çapta sorgulamalardan geçirir; ona yeri yurdu ve daha başka konularda
sorular sorar, ama büyük kişilerinki gibi bir kayıtsızlıkla sorulan sorulardır
bunlar ve her sorgulamanın sonunda Kapıcı, adama henüz kendisini içeri
koyuveremeyeceğini yeniden açıklar. Bu yolculuğa koyulurken yanına bir sürü şey
alan adam, Kapıcı'yı rüşvetle kandıracağım diye, pek değerli olmalarına
bakmayarak bunların tümünü çıkarır elden. Hani Kapıcı verilenlerin hepsini
alır, ama bir yandan da: ' Bunları alıyorum ki, bak şu yola da başvuracaktım,
unuttum sanmayasın' der. Taşralı Adam yıllar yılı, neredeyse aralıksız,
gözetler durur Kapıcıyı. Öteki kapıcıları unutur da bu ilk kapıcıyı kanundan
içeri girmesine tek engel gibi görür. Onu karşısına çıkaran uğursuz rastlantıya
ilk yıllar yüksek sesle lanetler savurur; derken yaşlanır giderek, kendi
kendine homurdanıp söylenir. Zamanla çocuklaşır ve yıllar yılı Kapıcıya bakıp
dururken, onun paltosunun kürk yakasındaki pireleri de keşfettiğinden, pirelere
bile kendisine yardım etmeleri, Kapıcının gönlünü yapmaları için dil döker.
Sonunda gözlerinin feri zayıflar; çevresinin gerçekten mi karanlığa
gömüldüğünü, yoksa sadece gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez olur.
Ama buna karşılık bir parıltı fark eder karanlıkta; öylesine bir parıltı ki,
bütün görkemiyle kanun kapısından dışarı vurmaktadır. Artık pek bir ömrü
kalmamıştır adamın. Ölmeden önce, kapı önünde geçen bütün zaman içindeki
yaşantıları kafasında toplanıp şimdiye kadar Kapıcıya sormadığı bir soruya
dönüşür. Giderek taşlaşan vücuduyla doğrulup kalkamadığından, Kapıcıya el eder.
Aradaki boy farkı zamanla Taşralı Adam aleyhine bir hayli değiştiğinden, adama
doğru iyice eğilmek zorunda kalır Kapıcı: 'Hala nedir öğrenmek istediğin
bakalım? ' diye sorar. 'Amma da açgözlüymüşsün!' der. Adam bunun üzerine: '
Benim bildiğim herkes kanuna varmak için çaba harcar. Peki, nasıl oluyor da,
bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?' diye sorar. Kapıcı,
adamın artık son anlarını yaşadığını görür. Onun gittikçe sağırlaşan
kulaklarına sesini işittirebilmek için var gücüyle haykırır: 'Bu kapıdan senden
başkası giremezdi, çünkü yalnız senin içindi kapı. Gideyim de kapayayım artık.'”
(Kafka, Hikayeler, çev. Kamuran Şipal, Cem Yay.)
Ek Okuma: J. Derrida, “Yasanın
Önünde”, Edebiyat Edimleri’nin
içinde, (Otonom Yay. çev. M. Erkan, A. Utku)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder