Günümüzde bir felsefe kavramı olarak
“özne” birçok kişi tarafından sorunsuzca kullanılan, ama belki de dile
getirildiğinde tam da ne kastedildiği pek belli olmayan bir kavram. Artık
sıkça, “modern özne”den, bu modern öznenin parçalanmışlığından, tarihin
öznesinin olmamasından vb. bahsedilir oldu. Bu kavramlar kullanılırken, bunları
kullananların zihinlerinde, yer yer açık olmakla birlikte, çoğunlukla bulanık
bir tasarım var. Artık neredeyse, gündelik entelektüel tartışmalarda, özne
kavramının felsefede temelde bilgi kuramsal bir kavram olduğu unutulmuş
durumda. Oysa bu kavram bütünüyle bilgi kuramının, özellikle de modern bilgi
kuramının bir kavramı. Böylesi bir sorun çerçevesinde ben bu kavramı ilkin
tarihsel bağlamı içerisine yerleştirmeye çalışacağım, sonra “şiddetin öznesi”
derken ne kastediliyor buna bakacağım, en sonunda da “şiddetin öznesi” sorunu
açısından felsefe tarihindeki kimi filozofların düşüncelerine kabaca değinip
bir sonuca varacağım.
Öncelikle özne sözcüğü neyi imliyor
ona bakalım. Öznenin batı dillerindeki şu anda kullanılan karşılıkları,
Latince’deki subiectumdan, o da subiciodan gelir ve genel olarak “alta
fırlatılmış” anlamı taşır. Bu anlamda, sözcük Latincede, Yunancadaki hypokeimenonla benzer bir biçimde,
“altta duran, altta yatan, taşıyıcı” anlamlarını taşıyor. Bu anlamlarının
yanında, subiectum, dilbilgisindeki
kendisine yüklenen, atfedilen şeylerin taşıyıcısı, gerçekleştiricisi olarak özne de demek. Bunların dışında, subiectumla bağlantılı olan bir kavram
olan subiectus ise, kendinde bir
krala, hükümete, iktidara tabi olanları, yani tebaa anlamını da içeriyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, özne
(subiectum) felsefede, öncelikle bilgi kuramsal bir kavram olarak ve bilgi
bakımından belirli nitelikleri taşıyan, eş deyişle bilen, tasarlayan
anlamında kullanılmaktadır. Öznenin epistemolojik açıdan böyle belirlenmesi,
hiç kuşkusuz, belirli nitelikleri taşıyanın, bilenin, tasarlayanın bildiği, tasarladığı, düşündüğü
bir şeyi, öznenin dışındaki bir şeyi zorunlu olarak varsaymaktadır, yani bilineni, tasarlananı, düşünüleni.
Bilgi açısından bu bilinen, bilenle bağlantısında obiectumdur. Bu sözcük de şunları imlemektedir: öne atılan, karşıya
konan, karşıya alınan. Almancada nesnenin karşılığı olarak kullanılan Gegenstand (karşıda duran) sözcüğünde bu anlamı çok açık
bir şekilde görmekteyiz. Öyleyse bilenin bildiği, tasarlayanın tasarladığı,
düşünenin düşündüğü karşıya konmuş olandır, karşıda durandır, yani nesnedir.
Buradan hareketle de, bilgi kuramında bilgi, özne ile nesne, eş
deyişle bilen ile bilinen arasındaki bağ olarak
tanımlanmıştır.
Descartes’la başlayan, transsendental
idealizmle en son sınırlarına değin götürülen modern bilgi felsefesi geleneğinde,
hep söylenegeldiği gibi, özne ile nesne, bilen ile bilinen arasındaki bağda,
belirleyici olan yön öznedir. Yalnız bu gelenekle birlikte, özne kavramı -ve
dolayısıyla nesne kavramı- anlamını kısmen değiştirmiş, özne artık sırf bir
taşıyıcı ya da karşısında duranı bilen olmaktan ziyade, etkin bir biçimde
bileceği şeyi kendi karşısına koyan, nesnesini kendisi belirleyen, nesne kılan
ya da nesneleştiren anlamını taşımaya başlamıştır. Descartes’daki bu bütün
tarihsel, toplumsal ve kültürel belirlenimlerden uzak -burada Descartes’ın
şüphe yönteminde tarihsel belirlenimleri nasıl kendisinden uzak tutmaya
çalıştığını hatırlayalım- saf bilen özne, örneğin Fichte’de “bütün
nesneleştirmeleri yapan, ama kendisi nesneleştirilemeyen transsendental bir
ben”e dönüşür ve buna bir eylem atfedilir: “Saf ben, saf eylemdir”. Yani
eylemini kendisi belirler, nesnesini kendisi belirler ve dönüştürür. Bu nedenle
bilginin konusu olan şey, nesne, doğa vs. bu saf benin bir ürününe dönüşür.
Böylece de artık nesne öznenin sınırları içine çekilmiş olur. Biz bu tür bir
düşünceyi Hegel’in şu sözleriyle de ilintilendirebiliriz: “Mutlağı yalnızca bir
töz olarak değil, aynı zamanda özne olarak da düşünüp dile getirmek gerekir”.
Mutlağı, hakikati, aklı ya da tini yalnızca bir töz olarak değil özne olarak da
düşünmek, onu kendi eylemlerinin aktif belirleyicisi kılmak, kendi nesnesini
(Hegel’in anladığı anlamda “kendisi”ni) kendisi belirleyen, bu belirlemesiyle
de özgürlüğü gerçekleştiren bir varlık haline getirmek demektir. Yalnız burada,
Descartes’dan farklı olarak, özneye bir tarihsellik yüklenmiş, tarihte
kendisini gerçekleştiren, ya da, aynı anlama gelmek üzere, kendisini tarih
yoluyla açan bir özneye varılmıştır. Dolayısıyla tin, tarihin öznesidir. Tarihin
yapıcısı, üreticisi, gerçekleştiricisi, belirleyicisidir. Burada artık,
görüldüğü gibi, sırf bilgi ilişkisi bakımından konuşulmamaktadır. Burada artık
bir yaşamı olan, kendi tarihselliğinde özgürlüğü adım adım gerçekleştiren, bu
özgürlüğü de kendisini bilme yoluyla gerçekleştiren bir akıl hakkında
konuşulmaktadır.
Bu sınırlı zaman içerisinde özne
kavramının felsefedeki anlamı konusunda daha fazla bir araştırma içerisine
girmeyeceğim. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, bu tür bir özne tasarımına daha
19. Yüzyılda itirazlar gelmeye başlamıştır. Burada Kierkegaard ile
Nietzsche’nin, kısmen de olsa Marx’ın (Marx, tarihin öznesi fikrini sürdürse
de, kendi “düşüncelerinde hareket ettiği öncüller olarak” yaşayan, canlı
kişileri ve onların pratiğini temele almak bakımından bu gelenekten ayrılır) adını anmak yeterlidir. Kierkegaard’a göre, bu
modern felsefenin öznesi, bu “saf ben” sırf kavramsal bir şeydir ve herhangi
bir varoluşu yoktur; yani bir yaşamı yoktur. Nietzsche’ye göre ise, böylesi bir
özneye olan inancımızın temelinde “dilbilgisi kurallarına olan sonsuz
güvenimiz” yatar. Yani “ben düşünüyorum”daki “ben” sırf bir kurgudur.
İmdi “Şiddetin Öznesi” neyi imliyor?
Hangi anlamdaki özneye bir gönderme var? Kavramın başlangıcındaki anlamına mı,
yoksa modern felsefe geleneğinde sonradan aldığı biçime mi? Eğer birinci
anlamda alınıyorsa, “şiddetin öznesi” altta duran, taşıyan olarak şiddete maruz
kalanı, kendisine şiddet uygulananı, doğal nesnenin ya da toplumsal olarak
nesneleşmiş olanın şiddetine tabi kılınanı göstermesi gerekir. Eğer öznenin daha
sonra aldığı anlamda düşünülüyorsa, etkin bir biçimde şiddet uygulayana,
başkalarını kendi şiddetinin konusu, nesnesi kılana bir gönderme vardır.
Burada “şiddetin öznesi” derken
sanırım bu ikinci anlam düşünülüyor. Ben de ilkin bu anlamda düşünerek, şiddetin
bu öznesinin nasıl bir özne olabileceğini görebilmek için felsefe tarihinde
şiddet üzerine düşünmüş iki filozofun söylediklerine bakacağım. Burada ele
alacağımız iki filozof Hobbes ve Marx’tır.
Öncelikle modern siyaset felsefesinin
kurucusu olarak görülen Hobbes’un düşüncelerini ele alırsak, Hobbes’un şiddeti
bir olgu olarak gördüğü doğa durumuna (state of nature) bakmak gerekir. Doğa
durumunda şiddeti uygulayan, daha doğrusu şiddeti kendi amaçları doğrultusunda
kullanan özne “herkesi” imler. Bu anlamda doğa durumu, bir savaş durumu olarak,
“herkesin herkesle savaşıdır”. Herkes şiddetin öznesidir; dolayısıyla da herkes
şiddetin nesnesi, ya da mağdurudur. Hal böyle olunca bu durumda suç diye bir şey
de olamaz. Çünkü Arendt’in de belirttiği gibi, “herkesin suçlu olduğu yerde
kimse suçlu değildir”. Hobbes suçun olmadığı durumdan şiddeti de kendinde
içeren bir doğal hak (jus naturale) çıkarır. Doğal hak, “kendi doğasını, kendi
hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanma, kendi aklıyla, bu
amaca yönelik en uygun yöntem olarak gördüğü her şeyi yapma özgürlüğü”dür. Bu
doğal hak kavramı çerçevesinde şiddet, herkesin kendi varlığını korumak için
kullanacağı bir araçtır. Bu nedenle, daha Hobbes’da şiddetin bir amaç-araç
kategorisi içinde düşünüldüğünü görmekteyiz. Bilindiği gibi, Hobbes’da bu doğa
durumundan çıkış, insanların ölüm korkusu, güvenlik arayışları nedeniyle barışa
yönelmeleriyle (temel doğa yasası: “herkesin, onu elde etme umudu olduğu
ölçüde, barışı sağlamak için çalışması gerekliliği”) ve bu barış umuduyla
karşılıklı olarak haklarını devretmeleriyle gerçekleşir. Sözleşmeye bağlı
olarak kişilerin kendilerini yönetme haklarını “bir kişiye veya heyete”
devretmeleri kişilerin güvenlik içinde yaşama arzularına ve bunu akıl yoluyla
keşfetmelerine bağlanmıştır. Böylesi bir iktidarla, başlangıçtaki şiddet durumu
ortadan kalkar, ama şiddet tehdidi devam eder. Çünkü Hobbes’a göre, “kılıcın
zoru olmadıkça yapılmış olan ahitler sırf sözlerden ibaret kalacaktır”. Bu
anlamda doğrudan şiddet olmasa da, bir şiddet tehdidi sözleşmeyle kurulan
iktidara yüklenmiştir.
Şiddetin öznesinin neliği bakımından
Marx’ın düşüncelerine kabaca bakarsak, Hobbes’ta olduğu gibi Marx’ta da
şiddetin bir araç olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Ama öncelikle Marx’ta
şiddetin (Gewalt) ne olduğuna bakmak gerekir. Bunun için Marx’ın Kapital’deki ünlü ifadesine
başvurabiliriz: “Şiddet, geleceğe gebe her toplumun ebesidir”. Marx tarihi
“sınıf savaşımlarının tarihi” olarak görerek, bu tarihsel süreçte şiddete
önemli bir rol yükler. Şiddet hem bu tarihsel süreçte egemen sınıfın kendi
iktidarını -kuşkusuz iktidarı tehlikeye girdiğinde; çünkü Arendt’in de dediği
gibi “iktidarın tehlikeye girdiği yerde şiddet ortaya çıkar”- korumak için
kullandığı bir araçtır, hem de tarihteki büyük dönüşümlerin, devrimlerin
öncesinde doğum sancısı işlevi gören bir şiddet vardır. Bunların da açıkça
gösterdiği gibi, Marx şiddeti sınıfların savaşımında bir araç olarak, bir
egemenlik aracı olarak görür. Bu anlamda Marx’ta şiddetin öznesi, artık
Hobbes’ta olduğu gibi “herkes” değil, belirli toplumsal sınıflardır. Kuşkusuz
Marx bu özneye ya da öznelere, Hegel’de olduğu gibi, bir tarihsellik
yüklemiştir. Tarihsel süreç içerisinde öznenin, tarihin öznesi olan insanın
pratiğinin bir sonucudur şiddet. Ama bilindiği gibi, bütününde bu tarih Marx’ta
aynı zamanda, insanın kendi özünü gösteren emeğine yabancılaşmışlığının
tarihidir. Marx’ta, bu yabancılaşma aşıldığında, insan kendisini toplumsal bir
varlık, bir tür varlığı olarak gördüğünde, kendi potansiyelini yaratıcı bir
şekilde kendi emeğiyle gerçekleştirdiğinde, insanın insanla olan mücadelesi
ortadan kalkacak, dolayısıyla şiddetin bir öznesi de olmayacaktır.
Şiddet açısından Hobbes ve Marx’ın
bize gösterdiği nedir? Hobbes açısından bakılırsa, yukarıda söylendiği gibi,
şiddetin öznesi -ve dolayısıyla şiddetin nesnesi- herkes olursa, ortada suçlu
aramak anlamsızdır. Böylesi bir toplum-dışı durumda şiddetin kaçınılmazlığı ve
meşruluğu vardır. Ama Hobbes’a göre böylesi bir doğa durumundan çıkıldığında da
şiddet olgusu sürecektir. Yalnızca burada şiddetin öznesi değişmiştir. Öte
yandan Marx açısından bakılırsa, her ne kadar o şiddete tarih içinde önemli bir
rol vermiş olsa da, -Aristoteles’te de olduğu şekliyle- insanın toplumsal bir
varlık olduğu, insanın insan olarak olanaklarını, yeteneklerini bir toplum
içinde gerçekleştirebileceği düşüncesine varılmıştır. Yani Hobbes’ta şiddeti
ortadan kaldırmak mümkün değilken, Marx’ta en azından bunun olanağına bir
işaret vardır. Marx şiddetin öznesinin, şiddete başvuran öznenin yerine,
kendisini eylemiyle bir toplum içinde tam olarak gerçekleştiren bir insan
tasarımına varmıştır.
Marx’ın düşüncesi bize şiddeti
bütünüyle ortadan kaldıran değil, ama en azından belirli sınırlar içinde tutan
bir siyaseti düşünmenin olanağını sağlamaktadır. İnsanın toplumsal bir varlık
olarak kendini gerçekleştirebilmesi, kişi olarak kendi yeteneklerini açığa
çıkarabilmesi, buna uygun olarak kurulmuş bir toplumsallık durumunu gerektirir.
Böylesi bir toplumsallık durumunda, şiddeti uygulayanın, şiddete başvuranın
sınırlanması gerekir. Bu sınırlamanın alanı hukuk ve siyasettir. Şiddete
başvurmak, şiddeti bir araç olarak kullanmak, nihayetinde bir yapabilirliğe,
bir olanağa, bir güce dayanır. Bu Hegel’le birlikte düşünürsek bir tanınma
mücadelesinin, Nietzsche’yle birlikte düşünürsek bir güç istencinin
görünümüdür. Kişideki gücün şiddet şeklinde açığa vurulmasının önüne
geçebilmenin, bu gücün yaratıcı bir şekilde yönlendirilmesinin koşulu, şiddeti
uygulayanı özne, şiddete maruz kalanı nesne olmaktan, aynı zamanda da şiddete
başvuranın kendisini de şiddete maruz kalan olmaktan çıkaracak bir siyaset
geliştirmekten geçer. Böylesi bir siyasetin olanağı hiç kuşkusuz yeniden insan
üzerine düşünmeyi gerektirir. Öte yandan insanın geleneğe uygun olarak bir animal rationale olarak düşünülmesi,
burada, şiddet sorununda bize fazla bir şey sağlamayacaktır. Çünkü şiddeti bir
amacın hizmetinde araç olarak kullanan insan bunu bir ratioya dayanarak yapmaktadır. Bu anlamda şiddet rasyonel bir
şeydir. Dolayısıyla özneyi, kişiyi, insanı geleneğin belirlediği sınırların ötesinde
yeniden düşünmek ve şiddet-ötesi bir siyaseti bununla aramak gerekir.
Her şeyin araçsallaştırıldığı,
şiddetin bir araç olarak en yoğun kullanıldığı günümüzde, böylesi bir siyaseti
tasarlamak, böylesi bir siyaseti aramak hiç de gerçekçi değildir kuşkusuz. Ama böylesi bir siyasetin
olabilirliğine yönelik umudu, bu umut ilkesini yitirdiğimizde gündelik
ilişkilerimizde ve toplumsal varoluşumuzda yaşadığımız nihilizme sonuna kadar
saplanmışız demektir.