Mikroskobik düzlemde bakıldığında estetik bir kristali
andıran virüs hayatımızın içine davetsiz bir beden gibi sokularak gündelik
yaşamımızın rutinini altüst etti. Görüntüsü nedeniyle Yunanca Korôné’den alınmış adıyla-sanıyla, “taç”lanmış
bir şekilde, başarı kazanmış bir atlet edasıyla yürüyor; önüne çıkan her türlü
düzenli sosyal ve ekonomik yapıyı yıkıp geçiyor. Şimdilik... Kısa bir süre
sonra bu bedenin de ehlileştirilebileceğini göreceğiz. Çin’in dört bin yıllık düzenli
devlet geleneği ilk panikten sonra kendine özgü yöntemini geliştirmeyi başardı;
İtalyan savrukluğu ise hala panik halinde. Bunlar mevcut realitenin görünen ilk
ve çarpıcı yönü. Gündelik yaşamımız ise Leibniz’in “ölüm”ü gibi kendi içine
doğru büzülmeye, kapanmaya başladı. Kapanmışlığın verdiği cansıkıntısı şimdiden
küçük mekanlarımızı kaplamaya başladı. Bu bizim
için bir sorun; bakalım Marx’ın “insanlık
sadece kendi önüne çıkan sorunu çözer” kuralı işleyip, mevcut sorunu, şimdiye
kadar bildiği yöntemlerin dışında çözebilecek mi? Yoksa sorun, sadece sahte bir
sorun mu? Yani hiç de büyük bir sorun olmadığı için mevcut yöntemlerle kısa
süre içinde çözülebilir bir şey mi? Zizekvâri “kapitalizme Kill-Bill vuruşu”
şeklindeki abartılı, fantastik hatta sığ iddiaları bir yana bırakalım. Mevcut
duruma ilişkin şüphe hakkını kendimize ayırıp, susalım. Bakalım...
Öte yandan, başka bir “realite” daha belli etmeye başladı
kendisini. Bu realite gündelik yaşamımızın rutininde yitirilen bir şeyin, bu
estetik “beden”le hatırlatılması sonucu ortaya çıkıyor. Bu da ölümün yaşayan
için bütünüyle doğal bir olgu olduğu gerçeği. Biyoiktidar çağında bütünüyle
doğallığından arındırılmış ve gözlerden ırak bir konuma yerleştirilmiş ölüm
olgusu, şu İtalyan doktorun “yaşlı hastalarımız bize yalvarıyorlar; ölmeden
önce çocuklarını görmek istiyorlar. Hepsi her şeyin farkında, ölmeden önce
bilinçleri kapalı değil ve boğularak ölüyorlar” şeklindeki insanın içini burkan,
acıyla kaplayan sözleriyle ifşa oluyor. Unuttuğumuz bir şey vardı: içinde
yaşadığımız toplumlarda yaşlı ve hastalar vardı; toplum steril ve bağışık değildi;
bunlar hep ölümle burun burunaydı.
Ama daha derinde yatan ve hep unutma eğiliminde olduğumuz
şey ise, yaşam denen nefesi aldığımız andan itibaren bizim için hep söz konusu
olan “ölümle burun burunalık”. Ölüm yaşayanları yakalar... Sonlu, “güvenli”
yaşamlarımız, bir hakikatin kendini ifşa edişi gibi, tehditin belirliliği ve
olayın belirsizliğiyle, kendi asli gerçekliğiyle yani temelsizlikte temellenmiş
bir “yapı” olduğu gerçeğiyle karşılaşıyor. Yüzyıllar boyunca bütün bilgeler hep aynı şeyi söylüyordu: savaş ve felaketler insanı kendi “fatum”u ile yüzyüze bırakır. Herakletos’un
dediği gibi “hiç ölmeyeceklermiş gibi yaşıyorlar” ve arkalarında bir “ad”, bir “ün”
bırakmak istiyorlar ölümlüler. Oysa ki, böylesi anlarda kendi kurduğumuz
sistematik, kendine geri dönüyor; bütün kendini güvene alan, koruyan,
tehlikelere ve tehditlere “bağışık sistemimiz” çöküyor böylesi anlarda. Ama bir
anlığına; sonra yeniden başlıyoruz o en insani olguyu hemen devreye sokarak; yani
adına “unutma” dediğimiz farkındasızlığı...
Estetik kristal, davetsiz “beden” sokuldu yaşamımıza; bir an
için altüst edecek kimilerinin yaşamını. Önlem alalım, davetsiz geleni
almayalım içeriye, kendimize dikkat edelim. Cura
girsin devreye. Ama kurduğumuz yapıların temelsizliğinin de farkında olalım...
Ya da olmayalım daha iyisi. Neden “yaşama acısını” sırtlayalım ki sırtımıza?
Daha doğrusu, “yaşamak” demek olan şu tuhaf durumun kendi içinde zaten tüm
bunları taşıdığının neden farkında olalım ki? Hemen bir Spinoza çıkıp “yaşarken
başınıza felaketler gelmeyeceğini size kim garanti etti ki?” diye sormasın. Oikos’umuzda “oikonomia”mıza ve bu oikonomia ile şekillenen bedenlerimize bakalım
biz şimdilik ve şu küçük davetsiz “başka beden”i ehlileştirelim hemen...
Ellerinizi yıkamayı unutmayınız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder